Bugün okuduğum bir yazıyı sizinle paylaşıyorum. Hayatımda okuduğum en etkili yazılardan bir tanesi. 17 Ağustos depreminde hayatını kaybedenleri saygıyla anıyorum. Ölenlerin ailelerine ve depremi yaşamış olan insanlara Allah'tan sabır diliyorum. Bu keder ve felaket dolu günde kelimeler hiçbir anlam ifade etmediği için ne yazacağımı bilemedim. Sadece vaktinizi ayırıp bu yazıyı okumanızı istiyorum.
Birgün Gazetesi:
Yazarımız Cüneyt Cebenoyan kendi 17 Ağustos depremini yazdı. O gün
kaybettiğimiz içimizde büyüyen bütün çocukları ve Ali'yi sevgiyle,
geçmeyen acılarıyla anıyoruz.
Ece’yle birlikte CNN-Türk’te çalışıyorduk deprem olduğunda. Beni
Perşembe akşamüstü arayıp bu yazıyı yazmamı talep ettiğinde belki de ret
edemememin sebebi, o günleri hatırlamamdır. Ece’den 30 TL (ya da 30
milyon TL) borç alıp Yalova’ya gidişimi, Ece’nin acımı paylaşan ilk
kişilerden biri oluşunu…
Ama halâ bilmiyorum ne yazacağımı. Üzerinden 14 yıl geçmiş ama ben o
sarsıntının etkisindeyim. Ne kendi duygularımı doğru dürüst biliyorum,
ne de hayatımın nasıl değiştiğinin çok farkındayım. Çünkü halâ
sallanıyorum, halâ kendimde değilim.
Ayşegül’le 1989’da evlendik. Çocuk yapmak çok büyük bir karardı ve biz
cesaret edemiyorduk bir türlü. Sonra 30 Aralık 1994’te bir bomba
patladı. The Marmara Oteli’ndeki Opera Pastanesi’ne Deniz Demir adlı bir
PKK militanı bomba koymuştu. Onat Kutlar eşi Filiz’le buluşacaktı o
pastanede o gün. Ablam da arkadaşı Beyza’dan doğum günü hediyesini
alacaktı. Yasemin bomba patlar patlamaz, Onat abi 11 gün yaşam
mücadelesi verdikten sonra hayatını kaybetti.
Yasemin’in ölümü ailemizi darmadağın etti. Annem bir daha eskisi gibi
olmadı. Yasemin için şiirler, kitaplar yazdı, anma toplantıları
düzenledi. Eskisi gibi olmak istemiyordu zaten. Yasemin o gün evden
çıkmayı hiç istemiyormuş ve annemden Beyza’ya telefonda “Yasemin evde
yok” demesini istemiş. Ama ya o söylemekte geç kalmış ya annem yalan
söylemeyi becerememiş ve Yasemin, Beyza’yla konuşup randevu vermek
zorunda hissetmiş kendini. Ama bu hikaye yaşanmış olmasa da bir yakınını
kaybedenler bilir hayatta kalanın suçluluk duygusunu. Bu duygunun
mantıklı bir nedeni olması gerekmez. O ölmüştür ve siz yaşıyorsunuzdur.
Demek ki yapmanız gereken bir şeyi eksik yapmışsınızdır. Ya da siz de
onunla birlikte ölmemişsinizdir. Niye?
Ölüme yaşamla cevap vermek Yasemin’in ölümünün ardından aklımıza düştü
Ayşegül’le. Ve iki çocuk yapmaya karar verdik. Şansımız yaver giderse
bir erkek, bir de kız çocuğu istiyorduk. Ali böyle oldu. Ve Ali doğacak
gün olarak 30 Aralık’ı yani Yasemin’in öldüğü günü seçti. 1997’nin 30
Aralık’ında annem ve babam Yasemin’in anma toplantısındayken Ayşegül
Ali’yi doğuruyordu. Kaderin çok acayip bir tesadüfüydü.
Ali… Mavi gözlü, siyah saçlı, gürbüz bir bebek olarak doğduğunda,
ağladım. Yine de baba olma fikrine alışmak o kadar kolay değildi. Ama
Ali gülücüklerle uyanan, daha 1 yaşındayken bile çevresine empati
gösterebilen özel bir çocuktu. Her görenin aman nazar boncuğu takın
dediği bir çocuk güzeliydi.
Doğacak çocuğumuzla Yasemin’in geri gelmesini bekleyen annem Ali’ye
alışmakta çok zorluk çekti. Bütün ultrasonlara rağmen son ana kadar bir
kız çocuk beklemeyi sürdürmüştü. Erkek çocuk onu hayal kırıklığına
uğratmıştı. Ayrıca yasından çıkmak da istemiyordu. O günlerde çekilen
fotoğraflarda annem Ali’yi zoraki tutan, severmiş gibi yapmaya çalışan
bir haldeydi. Ama Ali kendisini sevdirmeyi bildi. Babam zaten Ali’yle
hemen aşk yaşamaya başlamıştı. Ali de dedesine çok düşkündü.
Ben, Ali doğduğunda bir yandan Roll ve Ekspress’te yazıyor bir yandan
da Açık Radyo’da program yapıyordum. Paramı ise rehberlikten
kazanıyordum. Ali doğunca yaşam biçimimi değiştirmeye karar verdim ve
CNN-Türk’te yazar olarak çalışmaya başladım. Ayşegül de IBM’de çalıştığı
için Ali gündüzleri evde bakıcıyla kalıyordu. Ağustos ayında annemler
Fethiye’ye tatile gitmek istediler Ali’yle birlikte. Ama arabalarının
arka koltuğunda emniyet kemeri yoktu. Öyle olunca da bebek koltuğunu
bağlamak mümkün değildi ve bu riskli bir şeydi. Biz, emniyet kemeri
olmadan yola çıkmalarına itiraz edince onlar Fethiye seyahatinden
vazgeçtiler ve Yalova’da, Yüksel Sitesi’ndeki yazlıklarına gitmeye karar
verdiler. 14-15 Ağustos’ta Ayşegül’le ben de Yalova’daydık. Annem artık
yasından çıkmış ve Ali’yle o da aşk yaşamaya başlamıştı. Yıllardır yüzü
gülmeyen annem, Ali’den söz ederken gözlerinin içi gülerek “Öyle tatlı
şımarıyor ki!” demişti. Ali’ye şişme bir havuz almıştık. Havuzu
şişirtmek için benzinciye giderken, yol kenarında ölü bir yalıçapkını
kuşu gördüm. Yalıçapkınını Yalova’da daha önce hiç görmemiştim. Güney
Ege’de veya Akdeniz bölgesinde görmüşlüğüm vardı, bu harika güzellikteki
kuşlardan ama Yalova’da, Marmara’da? İlk kez görüyordum ve o da ölüydü.
Bu garip imge kafama çakılıp kaldı. Sanki kötü bir şeyler olacağının
habercisi gibiydi. Kuşa üzülmüştüm ama üzerinde de durulacak bir şey
değildi. Bunlar tabii ki anlamsız tesadüfler ama insan aklı en anlamsız
şeylerden anlamlar çıkarır. Benim zihnim de sonra hep bu yalıçapkınını
hatırlayacaktı.
15’i akşamı annemi, babamı ve Ali’yi son kez gördüm. Vedalaştık ve biz
İstanbul’a Şişli’deki evimize döndük. Aradan 27-28 saat geçmişti korkunç
sarsıntıyla uyandığımda. Ne kadar uzun bir sarsıntıydı, ne kadar
korkunçtu. Elektrikler kesikti. Telefonlar çalışmıyordu. Sokağa inip
arabanın radyosundan depremin merkezini öğrenmeye çalıştık ama sağlıklı
bir bilgi yoktu. Bunun üzerine birlikte CNN-Türk’ün merkezine gittik,
belki daha sağlıklı bir bilgi ediniriz diye. Cüneyt Özdemir de gazeteci
refleksiyle hemen kanala gelmişti. Sabahın erken saatinde beni görünce
iş yaptıracak adam bulduğu için sevinmişti. Ben, halâ kendimden
utanırım, “buraya çalışmaya değil aileme ne olduğunu anlamaya geldim”
diyemediğim ve havaalanına helikopter kiralamaya yola çıktığım için.
Atatürk havaalanının daha önce hiç görmediğim garip yerlerinde sersem
sersem helikopter kiralayan yer aradığımı hayal meyal hatırlıyorum. Bir
rüyada gibiydim. Ayşegül ise yalnız başına Yalova’ya gitmeye karar
vermişti. Depremin merkezinin Gölcük olduğunu ancak öğleyin öğrendim ve
derhal yola çıktım. Feribot rıhtıma yanaşırken o kadar büyük bir sorun
yok gibi gözüküyordu. Minibüse binip Yüksel Sitesi dediğimde bir
gariplik olduğunu sezdim. Yüksel Sitesi’ne geldiğimizde ise… Yüksel
Sitesi yoktu. Çevresindeki birçok site az hasarla ya da hasarsız
atlatmıştı depremi ama bizim site tuzla buz olmuştu. Yanlış yere
geldiğimi sandım ama sitenin komşuları, Şekerbank Kampı ve Aydın 6
Sitesi oradaydı işte. Ortada da bizim sitenin olması gerekiyordu ama
yoktu. Ayşegül’ü buldum. Ayşegül enkazı gördüğünde bayılmış. Ben yanında
değildim. Ben ise kustum. Sersem gibiydim.
Ve sonra enkaz kaldırma çalışması başladı. Yıkıntıdan nerede
olduklarını bile tahmin edemedik uzun süre. Bir gece, bir çocuğun cesedi
çıkarken oradaydım. Çocuk kapkara olmuştu, toz topraktan. “Ali değil”
diye sevinmiştim belli belirsiz. Ama o çocuğu unutamadım sonra, utançla
hatırladım o korkunç anı.
İnanılmaz bir dayanışma gördüm. Çok sayıda tanıdığım, arkadaşım,
yıllardır görüşmediğim dostlarım koştular yardıma. Ancak birkaç gün
sonra Ali’nin oyuncakları ve giysileri çıkmaya başladı enkazdan. Artık
yaşama şansları kalmamıştı. Ve Ayşegül’le ben, o an orada olmak
istemedik. Arkadaşlarımız ve akrabalarımız çıkardı Ali’yi, annem
Tuncay’ı ve babam Hikmet’i. Onları ölü olarak hiç görmedim.
Görmeliymişim diye düşünüyorum halâ. Sanki öldüklerini halâ anlamış
değilim. Belki de bu nedenle, onları ölü olarak hiç görmediğim için
anlayamıyorum, kavrayamıyorum öldüklerini.
Hayatımız kökünden değişti sonrasında. Ayşegül de ben de işimizden
ayrıldık. Ayşegül psikoloji okudu, ben önce radyoya döndüm, sonra
Birgün’de çalışmaya başladım. Psikolojik yardım almaya başladım. Son
derece irrasyonel işler yaptım, hayatımı maddi olarak çok zora soktum.
Ve bütün bunları bile yeni yeni fark ediyorum. Sarsıntı sürüyor derken,
bunları kastediyorum. Deprem benden hem geçmişimi hem de geleceğimi
aldı. Anne, baba ve çocuk... Bir anda annesiz ve babasız bir çocuk ve
çocuksuz bir baba haline geldim 1999’da. Yasemin’in öldüğü gün doğan ve
nihayetinde annem ve babamı hayata döndüren Ali, annem ve babamla
birlikte bu dünyadan ayrılmıştı.
Hayat devam etti. Bir erkek bir de kız çocuğu istemiştik; Ali’nin
kardeşi Elif 2001 sonunda doğdu. Keşke abisi, dedesi, babaannesi, halası
da hayatta olsalardı. Ama ben yine çocuklu bir babayım ve kızım bizi
çok mutlu ediyor.
Büyük travmalar yaşamamış insanlar zamanla bazı şeylerin izinin
kalmaması gerektiğini sanıyorlar. “Aradan bilmem kaç yıl geçmiş, artık
bazı şeylerin bir anlamı kalmamış olması gerek” diye düşünüyorlar. Bazen
en yakınındaki insan en anlayışsız ve en acımasız davranan olabiliyor.
Oysa, zaman bazen hiçbir şeyi çözmüyor. Yara içten içe işlemeye devam
ediyor. Bilmiyorum, neden deprem sırasında Yalova’da olmadığımı, neden
onları orada bıraktığımı, neden oğlumu kucağıma alıp balkondan
atlamadığımı, neden Fethiye’ye gitmelerine izin vermediğimi…
CÜNEYT CEBENOYAN
http://birgun.net/haber/zaman-tedavi-etmez-2164.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder